KARAGÖZ İLE HACİVAT: PINARBAŞI MEYDANI
Bursa’daki Pınarbaşı Meydanı’nda takriben yirmi kişilik bir kalabalık toplanmış ve neşeli vakit geçirmekteydi, çünkü orta yerde tartışanlar, gelmiş, geçmiş en iyi güldürü ustalarından ikisiydi: Karagöz ile Hacivat. Dilerseniz şimdi biz de hoşça vakit geçirmek için, tartışmaya küpe olalım ve küpeyi parmağımıza takalım.
Hacivat: “ Olur mu Karagözüm, hiç küpe parmağa takılır mı? “
Karagöz: “ Ya nereye takılır? “
Hacivat: “ Küpe kulağa takılır. Kulağına küpe takan hanımlar, daha bir güzel görünürler. Hanım hanımcık olurlar. “
Karagöz: “ Hamam açıksa bizim hanıma söyleyeyim de, Yaşar’ı da götürsün. Hamamda bir güzel yıkansınlar. “
Hacivat: “ Ah Karagözüm, Yaşar hiç kadınlar hamamına gider miymiş? Büyüdü, kocaman adam oldu. “
Karagöz: “ Kocaman adam mı? Yaşarcık daha altısını sürüyor. “
Hacivat: “ Olsun Karagözüm. Altı yaşında oğlan çocuğu kadınlar hamamına götürülmez, çünkü kadınlar ondan korkar. “
Karagöz: “ Amma yaptın ha Hacivat. Yıllar önce annem beni on beş yaşındayken kadınlar hamamına götürmüştü de yalnız yıkanmıştım. "
Hacivat: “ Yapma ya, iyi ki hamamda kadın yokmuş. “
Karagöz: “ Aslında hamamda yıkanan kadınlar vardı ama ben göbek taşına doğru yürüyünce hamam boşalıverdi. Benden neden kaçtılar, anlayamadım.”
Hacivat: “ Paçalı uzun donunla mı girmiştin hamama. “
Karagöz: “ Sen ne diyorsun Hacivat? Hamamda donla yıkanılmaz ki. “
Pınarbaşı Meydanı’ndaki kalabalık kahkahaların çağırdıklarıyla birlikte kırk kişi olmuştu. Yirmi kişide kırk ayak vardı da, kırk kişide kaç ayak vardı?
Karagöz: “ Bak Hacivat, okumam, yazmam yoktur ama hesabım kuvvetlidir. Kırk kişide altmış ayak vardır. Altmış ayakta dört yüz parmak vardır. “
Hacivat: “ Olur mu Karagözüm. Kırk kişide ikişerden seksen ayak vardır. Seksen ayakta beşerden dört yüz parmak olur. “
Karagöz: “ Tamam işte, ben de dört yüz parmak demiştim. “
Gülmekten gözleri yaşaran, karınlarını tutarak gülen ve yerlerde debelenenler haricindeki çoğulcu kalabalıktan bir alkış tufanı koptu. Hacivat’ın, ama sen altmış ayakta dört yüz parmak demiştin, Karagözüm, dediğini benden başka kimse duymadı.
İnsanlar, doğar, büyür ve olgunlaşırlar. Olgunlaşma geçici değil, kalıcıdır. Olgunlaşma yeni olgunlaşmaları beraberinde getirir. Bu böyle sürüp gider. İnsan olgun bir meyvedir, dersek yanlış olmaz.
Karagöz: “ Olur mu öyle şey, Hacivat? Şimdi ben meyve mi oldum? Elma, armut gibi mi yani? “
Hacivat: “ Hayır, erik gibi. “
Karagöz: “ Demek beni erik yaptın? Şimdi görürsün. Sen de olsan olsan şu ekşi limon olursun. Üç, iki değil, bir işe yaramayan limon. “
Hacivat: “ Doğru Karagözüm. Limon bir işe yaramaz, çok işe yarar. Hani limonu ortadan kesersin, çaya, çorbaya sıkarsın. Tadı leziz olur. “
Karagöz: “ Adı keriz mi olur? “
Hacivat: “ Hayır Karagözüm. Adı keriz değil, tadı leziz olur yani lezzetli olur. İç ferahlatır, gönül açar. “
Karagöz: “ Hayda bre pehlivan. Limon anahtar mı ki, Gönül teyzenin kapısını açsın. Teyzem ellisini geçti hala evlenmedi. Gönül teyzenin gönlünü açacak anahtar daha yapılmadı. “
Dünyanın pek çok şehrinde, belli günlerde pazar kurulur. Bu pazarlarda köyden getirilen sebze, meyve satılır. Pazara gidenin kesesi doluysa ve cimri değilse ürünün en iyisini alır. Anadolu’da sebze ve meyveler şehirlerin isimleriyle anılır olmuştur. Amasya’nın elması, İnegöl’ün pırasası gibi.
Karagöz: “ Bırak ya Hacivat. Ne demek Amasya’nın elması, İnegöl’ün pırasası. Yani elma almak için Amasya’ya mı gidelim? “
Hacivat: “ Karagözüm, elma almak için, Amasya’ya gitmene gerek yok. Salı pazarında Amasya elması satılıyor. Elma alırken, Amasya elması almak gerekir. “
Karagöz: “ Amasya’nın elması elma da başka yerin elması armut mu? Benim bahçedeki elmalar, Amasya elmasına bin basar. Tadı güzel kokusu hoş, eder insanı sarhoş. “
Hacivat: “ Armut alırken deveci armudunu, üzüm alırken Mürefte üzümünü tercih etmek gerekir. “
Karagöz: “ Deveci armudunu boş ver şimdi. Çocukken köye gittiğimizde dedemin bağına koşardık. Dedemin üzümlerinin tadını, sonraki senelerde yediğim üzümlerin hiçbirinde bulamadım. Elma alırken Bursa elması, pırasa zaten Bursa’dan, armut Bursa’dan, üzüm Bursa’dan, erik Bursa’dan, domates, patates, şeftali, vişne, kiraz hep Bursa’dan. Hey benim güzel Bursam, kovsalar gitmem şu Bursa’dan. “
Hacivat: “ Karagöz, az önce kiraz dedin. Söyle bakalım bu kiraz Bursa’nın neresinde yetişiyor? Sen eskiden hiç yalan söylemezdin. “
Karagöz: “ De git oradan Hacivat. Şimdi de yalan söylemiyorum. On yaşlarındaydım. Edebey Köyü’ne gitmiştik. Orada bir kiraz ağaçları vardı, aklın durur. Sanırsın kiraz ormanı. Epey bir gezindim orada, dallardaki kiraz çokluğundan güneşi göremedim. “
Hacivat: “ Güneş görünmüyorsa orman karanlıktır, kirazları nasıl gördün? “
Karagöz: “ Pöh, şunun sorduğu soruya bak. Kirazların verdiği ışıltı ormanı aydınlatıyordu. Ağaçlara çıktım, belki iki kilo kiraz yedim. Sen Edebey kirazının tadını nereden bileceksin. “
Aradan zaman geçtikçe kalabalık çoğalmış ve yüz kişiyi bulmuştu. Hava kararmaya başlamıştı, akşam oluyordu. İşi tadında bırakmak gerekirdi. Karagöz ile Hacivat ellerini havaya kaldırıp teslim işareti çizdikten sonra kahkahalar bıçak gibi kesildi.
Karagöz: " Haydi bakalım ağalar, bu günlük bu kadar, " dedi ve yürüdü gitti.
Hacivat: " Yarın aynı saatte buluşmak üzere şimdilik hoşça kalın, deyip Karagöz'ün peşine topal ördek gibi yürüyerek takılması kahkahaları meydana paraşütle geri getirdi.
SON
Yazan: Serdar Yıldırım
----------------------------------------------------------------------------
KARAGÖZ İLE HACİVAT: İBİŞ SIRTLAN AVINDA
İbiş ok ve yay alarak Uludağ'a sırtlan avına çıkmış. Gezmiş, dolaşmış, ortalıkta hiç sırtlan yokmuş. Derken, Serdar Yıldırım'a rast gelmiş. Serdar yaşadığı zamandan 650 yıl gerideymiş. Elinde tüfek varmış, belinde fişek doluymuş. İbiş'e aslan avına çıktım, demiş.
İbiş: " Hani ok, hani yay? Neyle vuracaksın aslanı? "
Serdar: " Bak İbiş, ok ve yay ilkel silahlar. Bu gördüğün tüfektir. Tüfeğe şu fişeklerden koyarsın, sonra tetiği çektin mi, dan, hop aslan yerde. "
İbiş: " Küçücük fişek mi aslanı yere düşürecek? Fişek aslana çarpar sonra aslan sana kızar. Kaçarken tozu dumana katarsın. Hele yakalamasın aslan seni, bir lokmada yutar. "
Serdar: " Öyle değil işte. Fişek aslanın vücudunu deler geçer. "
İbiş: " Dediğin gibi olsun. Sen bu tüfekle aslan avladın mı? "
Serdar: " Avlamam mı? Yüzden çok aslan vurdum."
İbiş: " Yüzden çok mu? Hepsini Uludağ'da mı vurdun? "
Serdar: " Tabi ya ne sandın? "
İbiş: " Ama Uludağ'da aslan yok diyorlar. "
Serdar: " Var canım, olmaz olur mu? Ormanın derinlikleri aslan kaynıyor. İstersen gidelim, bak Uludağ'da aslan var mı, yok mu, kendi gözlerinle gör. "
İbiş: " Çok isterdim ama şunu başka bir güne bıraksak. "
Serdar: " Sen nasıl istersen İbiş. Aslan avı cesaret isteyen bir iş. Kolay olsaydı her önüne gelen aslan avcısı olurdu."
İbiş ile Serdar çene yarıştırırken ileriden iki avcının geldiğini görmüşler. Bunlar Karagöz ile Hacivat'mış. Karagöz ile Hacivat, İbiş'i tanıyorlarmış, Serdar ile de tanışmışlar.
Karagöz Serdar'ın aslan avına çıktığını duyunca şaşırmış. Tüfek, fişek olayını duyunca aklı karışmış. Serdar, ben bu tüfekle Uludağ'da yüz aslan vurdum, deyince kaşları çatılmış.
Karagöz: " Bak Serdar, bol keseden konuşma. Ben böyle şeylere kızarım. İbiş de atar tutar ama sen onu beşe katladın. İbiş'i dövdüm, seni de döverim. "
Bunun üzerine Serdar: " Geçen kış aralık ayında Uludağ'a çıkmıştım. Ne bereketli avdı. Dört tane gergedan avladım. " deyince Karagöz Serdar'ın üstüne atıldı. Aralarında bir boğuşma başladı. İkisi birlikte yere yuvarlanınca Serdar İbiş'in yardımıyla Karagöz'ün elinden kurtuldu, kaçmaya başladı. Karagöz Serdar'ın peşine takıldı. Az sonra yorulan Karagöz bir taşın üstüne oturarak Hacivat'ın ve İbiş'in gelmesini beklemeye başladı. Onlar geldikten sonra Karagöz: " Geyik gibi koşuyor, yakalamak ne mümkün. "
Hacivat: " Aman Karagözüm, yakalayamadın iyi oldu. "
Karagöz: " Nee? Sen hangi taraftansın Hacivat? "
Hacivat: " Ben senin tarafındanım Karagözüm. "
Karagöz: " Ama ondan tarafa çıktın. "
Hacivat: " Serdar İbiş'le konuşurken, biz araya girdik. Nasıl olsa bir şey vuracağımız yok. Bırak anlatsın. Avda böyle hikayelerin anlatılması ava renk verir. Ortam neşelenir. Bol bol gülünür. "
Karagöz: " Orhan neşelensin, gülsün. Ben gülemem. Boş keseden böyle avcı hikayelerini duyunca kan beynime çıkıyor. "
Hacivat: " Canım Karagözüm, büyüklük göster. Bırak gelsin, anlatsın. "
İbiş: " Sen büyüksün, yücesin, güçlüsün Karagöz Baba. He mi, geliversin mi? "
Karagöz: " Siz bu kadar istedikten sonra.. Gelsin bakalım. "
Hacivat'ın çağırmasıyla Serdar anında onların yanında bitti. Karşısındaki Karagöz'ün kara gözlerinin içine bakarak avcı hikayelerinin son versiyonunu anlatmaya başladı:
" Bir çakal varmış. Bu çakal tilkiden kurnaz, kurttan kavgacıymış. Kaplanları rakip bilmiş. Uludağ'da günün her saati kaplan kovalarmış. Kaplanların çakal karşılarına çıkacak diye ödü koparmış. Olaydan haberim oldu. Tüfek, tesisat kuşandım. Tam tekmil çakalı aramaya koyuldum. Çakala benim onu aradığımı söylemişler. Çakal yüz arkadaşını toplayıp geldi, benim etrafımı sardılar. Tüfekle çaktım aldım. Son kalan çakal, çak al beni de, dedi. Çaktım o çakalı da aldım. Dünya kurulalı beri böyle bir avcı görmekse Uludağ'ın kısmeti oldu. Uludağ benimle ne kadar gururlansa azdır. "
Müdahale etmemek için kendini zorlayan, hırstan dudağını ısırarak kanatan Karagöz dinamit gibi patladı. Önüne çıkan İbiş'e vurdu, Serdar'a vurdu. Yere yuvarlanan İbiş'le Serdar, kaçıp gitti. Karagöz'ü sakinleştirmek Hacivat'a düştü. İleride dere boyunda İbiş'le Serdar yüzlerini yıkayıp, su içtiler, biraz kendilerine geldiler.
İbiş: " Karagöz amma kızdı ha. Arada ben de tokadı yedim. Gülüp geçeceği yerde kızıyor. "
Serdar: " Doğru İbiş. Ben böyle hikayeleri eğlencelik olsun diye anlatıyorum. Son hikayeyi anlatırken, onun gülmese bile kızmayacağını düşündüm. Gülmedi ama kızdı. Hem çok kızdı. Hacivat'ın güldüğü yanına kar kaldı. Sen ne kar ne zarardasın. Ben de bu işten sebeplendim. "
İbiş: " Nee, sebeplendin mi? Tokadı yedin yeri öptün, sonra? "
Serdar: " Bir haftadır ağrıyan çürük dişim vardı. Sallanıp duruyordu. Korkudan dişçiye gidememiştim. Karagöz bir tokatta o dişi bana yutturdu. Buraya gelirken konuşmadık ya dilimi diş oyuğunda tutup kanı durdurdum. Derede ağzımı çalkaladım. İnanmazsan gel de bak. "
İbiş gelir, bakar: " Gerçekten oradan yeni diş çıkmış. Belli oluyor. " der ve kahkahalarla güler.
SON
--------------------------------------------------------------------------
CÜCE KADININ ÖLÜM KORKUSU
Tek katlı, ahşap köy evindeki hareket birden duruldu. Sevincin yerini üzüntü aldı. Ayşe Hanım doğum yapmış, kız çocuğu dünyaya getirmişti. Ufacık-tefecik, küçücük bir kız çocuğu. Aradan on yıl geçti, on beş yıl geçti, yirmi yıl geçti, ama onun boyu 95 cm. idi, yani 1 metre bile değil. Daha sonra da boyu hiç uzamadı zaten, hep 95 cm. kaldı. Siyah saçlı, kahverengi gözlü ve güzel yüzlüydü. İyi kalpli, düşüncesi berrak, iradesi güçlüydü. Fakat zaman zaman elinde olmadan insanların bakışlarından etkileniyor ve bazı geceler sabaha kadar ağlıyordu. Meral yirmi beş yaşındayken kendinden 10 cm. daha uzun olan Hakkı adında zengin bir adamla evlendi. Bu evlilikten bir oğlu oldu. Oğlunun boyu normaldi, daha dokuz yaşındayken annesinden bir karış uzundu. Hakkı’yı çiftlikteki akrabaları öldürünce, Meral dağlara kaçtı. Buna sebep Hakkı’nın cüce olmasıydı. Akrabaları onu kısa boyundan dolayı yüz karası olarak görüyordu. Nasılsa miras oğluna kalıyordu; hem oğlu cüce değildi. Hakkı’nın bir çocuğu daha olsa ve cüce kalsa. İşte buna izin vermeyecekti akrabaları.
Meral dağlara kaçarak canını kurtarmıştı, yoksa onu da öldüreceklerdi. Onun mağaralardaki, ağaç kovuklarındaki yaşamı uzun sürdü. Elbisesi yırtık-pırtık, ayakkabısı ise yoktu. Yalınayak geziyordu. Yorgan yoktu, battaniye yoktu, yatak yoktu. Çok zordu kış günleri, sabahları uyanınca zangır zangır titriyordu. Bazı günler elleri-ayakları buz kesiyor, damarlarında donan kanı hareket ettirmek için ağzıyla hohluyordu. Sıcacık odada karnı tok olarak bulunsaydı bundan hiç şikâyet etmezdi. Dağlarda bulduğu sebze ve meyveleri yiyor, dereden, gölden su içiyordu. Ispanak ve pırasa pişmiş olarak servis yapılınca yemek kolay ama Meral bunları çiğ olarak yiyordu. Zorluğunu denemeyen bilmez. Bir de ekmek vardı. Sıcacık, mis kokulu ekmek. Bazı şeylerin değeri yokluğunda fark edilir. Meral ekmek bulamamasına çok içerliyordu. Artık tadını unuttuğu, adını zar-zor hatırlayabildiği ekmek.
Aradan on altı yıl geçti. Dağlarda geçen on altı yıl. Meral elli yaşındaydı. Sıcak bir yaz gecesi uyku tutmuyordu. Ormanda uzanmış yatıyordu. “ Oğlum, diye düşündü, Meral. Canım oğlum, acaba şimdi nerededir? Büyük bir ihtimalle çiftliktedir. Yirmi beş yaşında olmalı. Belki evlenmiştir. Aslan gibi olmuştur. Şöyle uzun boylu, yakışıklı. Beni hatırlar mı ki? Anacığını. Tabi hatırlar, o zamanlar dokuz yaşındaydı. Oralara geri dönsem oğlumu görebilir miyim? “ İşte, Meral’in düşündüğü son cümle onu harekete geçirdi. Aniden ayağa kalktı ve çok uzaklardaki çiftliğe doğru yola çıktı. Günlerce yol yürüdü Meral, dağdan dağa geçti. Önüne kurt çıktı. Ağaca tırmanarak zor kurtuldu. Kurt onu ayak bileğinden ısırmıştı. Kanayan yaranın üstüne yaprak koyup sarmaşıkla sardı. Ertesi gün davul gibi şişti ayak bileği. Bazı günler ağrıyan ayağının acısına dayanamayıp saatlerce baygın yattığı oldu. Zamanla ayağı iyileşti. Yara tamamen kapandı. Meral tekrar çiftliğe doğru yürümeye başladı. Meral, aylar sonra çiftliğin yakınlarına geldi. Çiftliğe yaklaşmıştı ki, at üstünde genç bir adam Meral’in önüne çıktı: “ Dur, kimsin? Adın ne senin? “ diye sordu.
Cüce kadın: “ Adım Meral “ diyebildi.
Genç adam: “ Meral mi? Tanıdım seni. Sen benim annemsin. “
Cüce kadın: “ Annen miyim !? “
Genç adam attan inip cüce kadının önünde diz çöktü, ellerini tuttu: “ Annemsin. Ben senin oğlun Emin’im. “
“ Emin, sonunda kavuştum sana. Babanı akrabaları öldürdü. Ben dağlara kaçıp canımı kurtardım. Seni bulma isteği yaşama sevincimi ateşledi. Dayanılması güç acılar çektim, ama ölmedim. Canım oğlum, kocaman adam olmuşsun. “
“ Evet, anne, kocaman adam oldum. Babamı öldürenleri kendi ellerimle kolculara teslim ettim. Altı yıldır dağlarda gece-gündüz demeden hep seni aradım. İşe bak ki, ben seni bulamadım, sen beni buldun. Sen annelerin annesisin. “
SON
HURDACININ AŞKI
Hurdacı genç el arabasıyla hurda toplamaya çıkmıştı: " Haydi, demir alırım, bakır alırım, alüminyum alırım, sarı alırım. " diye bağırıyordu. Çok zengin, katları, yatları, köşkleri, fabrikaları bulunan bir ailenin kızı olan Hülya, üstü açık, spor arabasıyla köşkün bahçesinden yola çıkmıştı. Hurdacı gencin sesini duyunca frene bastı. Bekledi. Hurdacı genç, arabasının yanından geçerken: " Affedersiniz ama, siz aldığınız demirleri, bakırları ne yapıyorsunuz? " diye sordu.
Bunun üzerine hurdacı genç durdu: " Ne yapacağım, bunları alan hurda deposu var, oraya satıyorum. "
" İyi kazanıyor musun? Bu iş günde ne kadar para bırakıyor? "
" Ben çok gezerim. Gün sonunda on kağıt kazandıysam, keyfim yerine gelir. Bazen çöpten hurda çıkıyor. Böyle hurdanın tümü kar. On beş-yirmi kağıt kazandığım günler oldu. Böyle ballı günlerde, kendime bir ziyafet çekerim. "
" Ziyafet mi? Nasıl bir ziyafet bu? Kokteyl partisi falan mı? "
" Kokteyl partisini hiç duymadım. Bir keresinde Cumhuriyet Halk Partisi'ne gitmiştim. Sağ olsunlar. Bana çok iyi davrandılar. Çıkarken, buyur, yine gel dedilerdi ya, ikinci kere gidemedim. "
" Siz neler söylüyorsunuz? Cumhuriyet Halk Partisi de nereden çıktı? Kendime ziyafet çekerim dediydiniz. "
" Ziyafet işte ama kendi çapımda. Çarşıdaki kebapçıda bir buçuk iskender yerim."
Yakışıklı hurdacı genç, muzipçe o kadar güzel gülümsedi ki, Hülya da gülümsemekten kendini alamadı. Hülya'nın birden aklına köşkün arka tarafındaki atıl demirler geldi. Orada bir de eski soba vardı. Çocukluğundan beri onlar orada duruyordu. Bilmem bu genç onlara kaç para verirdi?
Hülya: " Arkadaş, senin adın ne? " diye sordu. " Benim adım Hülya: "
Hurdacı genç: " Benim adımda Şevket ama arkadaşlar bana Şevko derler. "
Hülya: " Şevko, bizim köşkün arka tarafında hurda demirler var. Sanırım bir de eski soba olacaktı. Onlara ne verirsin? "
Şevko: " Önce demirleri ve sobayı göreyim sonra bir fiyat biçerim. "
Hülya spor arabasını köşkün önüne park etti. Şevko ise, tek tekerlekli el arabasını iterek, birlikte köşkün bahçesine girdiler ve köşkün arka tarafına doğru yürüdüler. Onları köşkün penceresinden seyretmekte olan Hülya'nın babası, yanında korumaları olduğu halde, bahçeye çıktı ve Hülya'nın yanına gitti.
Hülya'nın babası: " Kızım ne oluyor? Bu hurdacı da neyin nesi? "
Hülya: " Hiç babacığım. Bu Şevko. Az önce arkadaş olduk. "
Hülya'nın babası: " Arkadaş mı oldun? "
Hülya: " Evet, arkadaş oldum ve buradaki demirleri ona satmak istiyorum. "
Hülya'nın babası: " Ee iyi, sat bakalım. "
Hülya, Şevko'dan yana dönerek: " Arkadaş, bu demirlere ve sobaya ne verirsin? "
Şevko: " Demirler para etmez, arabaya atıvereyim. Sobaya beş lira veririm. "
Hülya: " Sen şimdi bu kadar demir para etmez diyorsun ha? Ama kilo hesabı satacaksın. Demirler kalsın. Sobaya beş lira az, şuna on beş desek. "
Şevko: " Hemen kızma arkadaş! Sobaya on beş tamam ama yanında demirleri de isterim yani burada ne varsa hepsine on beş. "
Hülya: " Olmaz! Hepsine yirmi. Beş kuruş aşağı olmaz. "
Şevko: " Tamam, hepsine yirmi. Ben şunları arabaya yükleyivereyim. "
Şevko, demirleri ve sobayı arabasına yükledikten sonra, Hülya'ya dönerek: " Şimdilik beş lirayı vereyim, kalanı yarın bu vakitler buraya getiririm. Görüşmek üzere. " deyip, arabasını iterek gö türmeye başladı.
Hülya, Şevko'nun verdiği beş liraya bakakaldı. Bir an babasıyla göz göze geldi. Babası onun haline acıyarak bakıyordu: " Kızım, seni Amerikalarda boşuna okutmuşum. İktisat üniversitesinden mezunsun ama üniversitenin ünisinden haberi olmayan birine karşı yirmi sıfır galip gelmen gerekirken, on beşe beş yeniliyorsun. Bu genç sana on beş lirayı getirmez. Gitti gider. "
Babası bu sözleri söyledikten sonra korumalarıyla birlikte uzaklaştı. Hülya iki damla gözyaşının yanaklarına süzüldüğünü fark etti. Bebeklik günleri hariç, ağlamadığını biliyordu. Çok iyi bildiği bir şey daha vardı: İnsan karakterleri. Karakter tahmini işinde hiçbir zaman yanılmamıştı. Tahmini doğru çıkarsa, Şevko yarın gelir ve on beş lirayı getirirdi. Eğer Şevko yarın gelir ve on beş lirayı getirirse, ondan ayrılmayacağına kendi kendine söz verdi.
Yarın olmuştu. Hülya bir saati aşkın bir zamandır köşkün bahçesinde dolanıp duruyordu. Bilmem kaçıncı defa bahçe kapısına yaklaşmıştı ki, Şevko'yu gördü. Şevko gelmişti: " Kusura bakma, arkadaş. Dün yanımda başka param yoktu da ondan öyle oldu. Yoksa borç bırakmak istemezdim. İşte on beş lira. "
Hülya: " Parayı getirdin ya gerisinin önemi yok. Demirlerle sobayı satınca sana iyi kar kaldı mı? "
Şevko: " Aman, ne demezsin! Çok iyi kazandım. Onları altmış liraya aldılar. Yirmi sana verdim bana kırk lira kaldı. Şimdiye kadar böyle ballı alışveriş yapmamıştım. Çarşıdaki kebapçıya gidiyorum. Benimle gelir misin, arkadaş? İskender haricinde ayran, kola ne içersen ısmarlarım. "
Hülya, Şevko'nun dediklerine bir güldü, bir güldü ki sormayın!
Onlar çarşıdaki kebapçıda çok güzel ve neşeli bir ziyafet çektiler. Hülya konuşma aralarına sorular sıkıştırarak Şevko'yu daha yakından tanımak fırsatını buldu. Onda gelişmeye, daha çok kazanmaya uygun muhteşem bir ticari zeka bulunduğunu fark etti. Dört yıllık hurdacı ve yirmi beş yaşındaydı. Askerliğini yaptıktan sonra köyüne dönmemiş, Bursa'da kalmıştı. Köyünde beşi bitirmiş, altının yan kapısından geçmişti. ( Altıncı sınıfa ait birkaç kitap bulmuş ve bunları okumuştu. ) Daha dün canlıca yaşadığı olayda adam beş lira sermaye ile on beş lira borcunu ödemiş, kırk lira da temiz para kazanmıştı. Yirmi liranın karı kırk lira olmuştu. Demek ki, yirmi bin lirası olsa kısa zamanda kırk bin lira kar edebilirdi.
Hülya birkaç gün sonra durumu babasına anlatarak, Şevko'yu şirketlerinden birinde işe aldırdı. Şevko ilk gün kıyafetlerini yadırgadı. Takım elbiseli, beyaz gömlekli, kravatlı halini aynada görünce şaşırdı ama zamanla alıştı. Hülya bu ilk avansın deyip beş bin lira verince cebi kızıştı. Para tomarı pantolonunun cebinde şişkinlik yapınca bir cüzdan alıp ceketinin iç cebine koymayı ihmal etmedi.
Şevko kiralık olarak tuttuğu apartman dairesinde satın aldığı pek çok kitabı okumaya başladı. Aradan aylar geçtikçe, beyninin hücreleri bilgiyle, bilimle, kültürle aydınlanmaya başladıkça, çağdaşlaştıkça, bakışları değişti, gözlerinden zeka fışkırmaya başladı. İnanılmazı gerçekleştirip dünyaya bir fakirin neler yapabileceğini göstermek istiyordu. Bunun için yıllardır fırsat kollamıştı. Beyninin en ücra köşelerindeki fikirleri, çevresindekilerden yanlış anlarlar diye açıklamaktan korktuğu düşünceleri şirketteki çalışma ofisine gelen Hülya'ya anlatıyor ve takdir görüyordu. Ne demek öyle, söz gümüştür. Şevko'ya göre, söz altın değerindeydi. Söz, ağızdan çıkar ve iyiyi, doğruyu, güzeli anlatırdı. Konuşacaktın, her konuda bilgini ortaya koyacaktın. Herkes istediği konuda fikir ileri sürüp yorum yapabilirdi. Bu konuda ben böyle düşünüyorum derdin ve kesinlikle yanlışa düşmezdin. Önemli olan, ben diyebilmekti. Boyun bükmeden, eğilmeden savunduğun fikrin takipçisi olabiliyorsan, Ne Mutlu Türküm Diyene.
Şevko, Hülya'nın ofise uğramadığı günlerde huzursuz oluyordu. Her gün mutlaka onu görmek, onunla konuşmak istiyordu. Zamanla Hülya'yı sevmeye başladığını fark etti. Bu sevgi öylesine büyük bir sevgiydi ki, kısaca adına aşk dedi. İnsanoğlu dünyada var oldukça aşk da var olacak ve benim aşkım, sırılsıklam aşık olan Şevko'nun aşkı yani Hurdacının Aşkı adıyla isim bulacaktır. Aslında Hülya da Şevko'ya karşı ilgisiz değildi. Tanıştığı ilk günlerde Şevko'ya karşı derin bir his ve sevgi duyduğunu anlamıştı. Şevko'ya yardımcı olmuş, onu sokaktan kurtarmış ve zirveye taşıyordu.
Aradan beş yıl geçti. Bu beş yıllık sürede Şevko para kazanmanın inceliklerini keşfetmekle meşguldü. Bir aralık para kazanmanın püf noktaları isimli bir kitap bastırmaya kalkışmış ve Hülya'nın gayretleri sonucu hazırladığı dokümanları sobada yakmıştı. Tahvil ve hisse senedi alımlarına girişen Şevko kıyısından, köşesinden de olsa azıcık bir servet oluşturmuştu. Şirketten kazandığı parayı yani aldığı maaşı derin dondurucuya atmıyor, o parayı çalıştırarak, paraya para kazandırıp, kasasına sıcak para girişi sağlıyordu.
Bir gün Şevko, çalışma ofisine gelen Hülya'ya aşkını anlattı. Onu çok sevdiğini ve evlenmek istediğini söyledi. Hülya da, Şevko'ya, kendisini çok sevdiğini ve evlenme teklifini kabul edebileceğini fakat babasının olurunu almak istediğini söyledi. Köşkteki akşam yemeğinden sonra Hülya, babasına, bugün bir evlenme teklifi aldığını, bu teklifi yapan genci yıllardır tanıdığını ve onu çok sevdiğini söyledi. Bunun üzerine babası: " Kızım, bu gencin otomobil fabrikası var mı? " diye sordu.
" Yok baba, nereden olsun? Belki zamanla otomobil fabrikası kurar. "
" Bak kızım, ben zenginliğe haddinden fazla önem veririm. Seninle evlenecek olanın mutlaka otomobil fabrikası olmalı. Sen doğduğun gün, ben bu kararı almıştım. Fabrikası olmayana ben kız vermem. "
" Baba, bana talip olan bizim Şevko. Hani bir zamanlar hurdacıydı da, sonradan şirkette ona iş vermiştin. Üstün gayretleri sonucu beş yılda şirketin karını yüz kat arttıran Şevko. "
" Tamam işte, Şevko, mevko. Kursun otomobil fabrikasını gelsin seni benden istesin. Ben seni sevdiğinle evlendirmem demedim ki. "
Ertesi gün Hülya, Şevko'ya, babasıyla konuştuklarını anlattı. Bunun üzerine Şevko: " Baban market, pastane açmamı istemiyor ki, otomobil fabrikası diyor. Bankadaki paramı, tahvil ve hisse senetlerimi ortaya koysam otomobil fabrikasının bir kısmını inşa ettiririm. Bu fabrikanın yan kuruluş binaları olacak. Bunları hangi arsa üstüne yaptırırsın? Fabrikanın içindeki makinalar tonla para tutar. "
Hülya: " Bak Şevko, arsa işini düşünme. İki yıl önce babamın bana yaş günümde armağan ettiği beş bin dönümlük arsa yeter. Birkaç bankada yüklü miktarda hesabım var. Altın, mücevher falan da var. İşe girişelim. Paramız yetmezse kredi çekeriz. Babam fabrikayı yarıladığımızı görsün, desteğini esirgemez. "
Şevko ile Hülya iki yıl içinde otomobil fabrikasını hizmete sokup ilk yaptıkları otomobilleri piyasaya sürdü. Otomobiller geniş bir alıcı kitlesi tarafından rağbet gördü ve çok tutuldu. Hülya bir gün Şevko ile birlikte, babasını otomobil fabrikasına gö türdü. Fabrikayı gezen baba, Şevko ile Hülya'nın alnından öptü.
Ertesi akşam Şevko iki tanıdığıyla gidip, Hülya'yı babasından istedi. Baba, Hülya'yı Şevko'ya verdi. Bir ay sonra nişan, iki ay sonra düğünleri yapıldı. En lüks otellerde yapılan nişan ve düğüne Türkiye ve dünya jet sosyetesinin tanınmış simaları katıldı. Şevko ile Hülya evlenerek muratlarına erdiler. Hurdacının Aşkı hikayesi burada sona erdi.
SON
-------------------------------------------------------------------------
KELOĞLAN DON KİŞOT'A KARŞI
Bir varmış, iki varmış, üç varmış, beş varmış. Bir Keloğlan varmış. Canı çalışmak istemezmiş, bütün gün evde yan gelip yatarmış. Bir de Don Kişot varmış. Yel değirmenlerine savaş açmış. Nerede bir yel değirmeni görse hücum deyip saldırırmış. Don Kişot'un yolu bir gün Anadolu'ya düşmüş. Anadolu'da çok aramış ama yel değirmeni bulamamış. Köylülerle, kasabalılarla konuşmuş, hayallerini anlatmış. Herkes, ey Don Kişot, senin ilacın Keloğlan'dır. Keloğlan'ı bul, onunla konuş, bize anlattıklarını ona da anlat, sana yol gösterir, demişler. Don Kişot, kim bu Keloğlan, diye sormuş ama her kafadan bir ses çıkmış. Anlatmışlar da anlatmışlar, Keloğlan'ın tanımını yapmışlar. Bir zamanlar padişahın kızıyla evlenmiş, gün gelmiş, padişah olmuş. Kaf Dağı'nın ardından altın kılıcı bulup getirmiş. Cengiz Han'ın hazinesini bulmuş ve daha neler neler... Keloğlan'ın anası evde un eler. Un bitince oğlunu değirmene yollar.
Bunun üzerine Keloğlan evde kalan yarım torba buğdayı almış ve değirmenin yolunu tutmuş. Değirmenin önünde köylüler, yanlarında buğday dolusu çuvallar, sıraya girmişler. Üç, dört çuvalla gelenler bile varmış. Keloğlan elindekini koltuğunun altına kıstırıp usulca sokulmuş ve en arkada durmuş. Sonrada torbasını sıraya sokmuş. Keloğlan'ın torbasını görenler sormuş: " Keloğlan o torbadaki buğday için, değirmen taşını döndürdüğüne değer mi? Dörtte birini değirmenci alır, sana bir avuç buğday kalır. Sen iyisi mi torbadaki buğdayı kuşlara at, selam ver bize git evde sırtüstü yat. "
Keloğlan bu, laf altında kalır mı? Ne zeytinyağıdır o, karşısında şah olsa, padişah olsa üste çıkar: " Yok canım ağalar, bu torba akıncıdır, ordu arkadan gelir. Yirmi arabada iki yüz çuval buğday. Gelen buğdaylar buradakilerden on misli fazla. Siz çuvalınıza sahip çıkın gerisi kolay. " deyince köylüler, yutkunup önlerine dönmüşler.
Aradan zaman geçmiş. Ön sıralardan Keloğlan'a bakıp konuşanlar, senin ordu neden gelmedi, diyenler çoğalmış. Ordu gelmemiş ama zırhlar giymiş at üstünde, mızrak el üstünde Don Kişot çıkagelmiş: " Ben Don Kişot. Bir Keloğlan varmış. Bir zamanlar padişahmış. Onu ararım. "
Tanıyanlar Keloğlan'a bakmışlar, ona bir bakış fırlatmışlar. Bakışların bir gence yöneldiğini gören Don Kişot anında durumu kavramış. Günlerdir aradığı, taradığı ama asla saçlarını tarayamayacağı bir kel karşısındaymış. Ayrıca bu kel karşısında eğilip bükülmüyor, dimdik duruyor ve başındaki takkesini çıkarıp selam veriyormuş. Don Kişot olayı beyninin kıvrımlarında değerlendirmiş. " Bir zamanlar padişahmış, altın kılıcı varmış. Cengiz Han' ın hazinesini bulmuş. Benden korkacak değil ya. Selam vermesi onun şanındandır, selamına karşılık vermek benim asaletimdendir. Atımızdan inelim ve Keloğlan'ın kervanına binelim. Bakalım bu kervan beni ve Sanço'yu nereye götürecek? "
Don Kişot at üstünde, yardımcısı Sanço Panza eşek üstünde yolculuk yaparlarmış. Sanço Panza aşırı gittiği zamanlarda efendisi Don Kişot'un beynine frekans ayarı yaparmış ama yaptığı ayar hiç bir zaman tutmazmış: " Efendim, bu Keloğlan dedikleri cin fikirli biri. Onun rüzgarına kapılmayın, Anadolu'da yolunuzu şaşırmayın. Keloğlan sizi suya götürür, su içirmeden geri getirir. "
Bunun üzerine Don Kişot şöyle demiş: " Keloğlan'ın cin fikirli olması iyidir. Onun rüzgarına kapılayım da Anadolu'da yel değirmeni bulayım. Yel değirmenleriyle savaşayım, onları yeneyim. "
" Aman efendim, yel değirmenlerine karşı savaştınız ama yenilen hep siz oldunuz. İnsanlar sizi dövdüler. Dayak yemekten bıkmadınız mı? "
" Kes Sanço, palavrayı kes. Ben hiç yenilmedim, galip gelen taraf ben oldum. Kim beni dövmüş? İnsanların beni dövmesi mümkün değil. Benim savaşım yel değirmenlerine karşı ve bir gün onlara boyun eğdireceğim."
Keloğlan, Don Kişot ile Sanço'nun arasına yumuşak iniş yapmış:
" Beyzadem ve asilzadem Don Kişot.
Anadolu'da yel değirmeni çoktur.
Onlar size savaş açmışlardır.
Burada bir an durmanız akla zarardır. "
Keloğlan böyle söyleyince Don Kişot atını mahmuzlamış. Mızrağını ileri doğru uzatmış, hücum diye bağırmış ve ileri atılmış. Artık Don Kişot'u durdurmak kimsenin harcı değilmiş. Peşinden Sanço Panza: " Efendim, durun, isterseniz bana vurun ama Keloğlan'a inanmayın " diye bağırmış ama nafile. Don Kişot gitti, gider. Değirmene saldıran Don Kişot yere yuvarlanmış. Keloğlan ve Sanço Panza, Don Kişot'un yardımına koşmuşlar. Ona su içirmişler, biraz kendine getirmişler.
Keloğlan: "Beyzadem, ben size şaka yapmıştım.
Sözlerime önem vermeyin diye göz kırpmıştım.
Önünüze çıkan ilk değirmene saldırdınız.
Bunlar yel değirmeni değil su değirmeni.
Yel değirmeni bulmak isterseniz
Denizin karşı kıyısındaki Tekirdağ'a gitmelisiniz. "
Keloğlan'ın dediklerini duyan Don Kişot atına atlamış. Mudanya'dan girmiş, Tekirdağ'dan çıkmış. Peşinden giden Sanço Panza, efendim, lütfen beni bekleyin, diye bağırarak bata çıka Tekirdağ'a ulaşmış. Tekirdağ'da ve pek çok şehirde, kasabada yel değirmeni arayan Don Kişot sonunda ülkesi İspanya'ya ulaşmış. Sanço Panza ile birlikte yel değirmenlerine karşı savaşını sürdürmüş. Keloğlan sonraki günlerde çevresindekilere: " Arkadaşlar, ben hayatımda Don Kişot kadar dolduruşa gelen birine rastlamadım. Adama, yürü, dedim, Marmara Denizi'ni at üstünde geçti. Ağzım açık arkasından bakakaldım. Atla desem uçurumdan atlardı, günahı onun boynuna. Bu adamdan ne köy olur, ne kasaba, aklı başından aşmış, gelmez artık hesaba.
Boşuna değil, dünya çapında meşhur olmuş.
En ücra köşelerde nam salmış.
Şimdi bile adını bilmeyen yokmuş.
Bin yıl sonra adı saygıyla anılırmış.
Ey siz okurlarım bana ne dersiniz?
Don Kişot dedin durdun, boş ver şimdi Don Kişot'u.
Sen kendinden haber ver, bin yıl sonra neredesin?
Don Kişot'tan önde misin, yoksa geride misin?
Ben Don Kişot'tan önde hep ilerideyim.
Adım Keloğlan, ne Ahmet ne Feride'yim.
Masal kahramanlarının bulunduğu bir büyük serideyim.
Adım önde yazılır, on bin yıl sonra bile birinciyim. "
SON
Yazan: Serdar Yıldırım
-----------------------------------------------------------------------
KERTENKELENİN HAYALİ
Büyük Sahra Çölü’ nün ortalarına yakın bir yerde, uçsuz bucaksız kum yığınlarının arasında bir kertenkele yaşıyordu. Gündüzleri kızgın güneş ışınları altında yiyecek aramaya çıkmak çok zor olduğu için daima geceleri ortalık serinleyince yuvasından çıkardı. Yuvası da birkaç büyük kaya parçasının arasındaki kuytu, gölgelik, loş bir yerdi. Bir gece hava kararır kararmaz yine yiyecek aramaya çıktı, fakat saatlerce dolaşmasına karşın hiç yiyecek bulamadı. Açlık onu güçsüzleştirmişti. Gücü giderek azalıyordu, çok yorulmuştu. Artık yuvasına geri dönemezdi, çünkü hava aydınlanmaya başlamıştı ve yuvasından oldukça uzaklaşmıştı. İleri, daha ileri gitmeliydi ve mutlaka yiyecek bir şeyler bulmalıydı.
Öğle vakti olmuş ve güneş kertenkelenin tam tepesindeydi. Sıcaklık elli dereceye çıkmış ve kumlardan buhar çıkıyor gibi görünüyordu. Dayanılır gibi değildi. Çöl bir fırın halini almış ve güneş ışınları ortalığı kasıp kavuruyordu. Kertenkele güneşi, sıcaklığı unutmuş sadece yiyecek arıyordu. O, şimdi gündüzü gece zannediyordu. Sanki hava serindi ve bu serin gece bitmeyecekmiş gibi sürüp gidecekti. Kertenkele için gündüz gece olmuştu, gündüz geceleşmişti. Kertenkelenin tersi dönmüştü, bu bir ters dönmesiydi. Gözleri yarı kapalı vaziyetteydi ve gözlerinin önünde bir takım hayaller uçuşuyordu. Bu hayallerin ona yararı dokunabilir miydi? Gövdesini usulca kumların üzerine bıraktı, gözlerini kapadı. Kertenkele pek çok hayalin içinden bir tanesini seçip, o hayali kurmaya başladı.
Geniş bir dere yatağının ortasından incecik, az bir su akıyordu, dağlardan ovaya doğru. Tam sınırda küçük çağlayan vardı ve küçük çağlayandan geçen su ovaya ayak basıyordu. Hemen ilerideki ormana giren su ağaçların arasında uzun süre yol aldıktan sonra kayboluyordu, ama kuru dere yatağı ormandan çıkıp devam ediyordu taa çok uzaklardaki denize kadar. Aylardan eylül, mevsim yaz, iki aydır yağmur yağmamıştır. Ormandaki ağaçlar suya hasret kalmışlardır. Her ağaçtan bir ses, bir feryat, hepsi küçük çağlayandan şikayetçi. Küçük çağlayan ise ormandaki ağaçlara laf yetiştirmekle meşgul, altta mı kalacak, zaten suçsuz, dağlardan dere yatağına inen su çok azsa bunun küçük çağlayanla ne ilgisi var? Küçük çağlayan ne yapsın iki aydır yağmur yağmadıysa? Bu kısır döngü bir ay kadar devam ettikten sonra sonbahar yağmurları başladı. Günlerce süren yağmur dere yatağını giderek dolduruyordu. Küçük çağlayanın üzerinden aşan su ormana doğru akıp gidiyordu. Eğer yağmur böylesine şiddetle bir süre daha yağmaya devam ederse, dağlardan sel gelebilirdi. Sel gelmese bile dere yatağındaki su taşacak ve ormana zararı dokunacaktı. Bu iki ihtimali göz önünde bulunduran küçük çağlayan bir baraj yapımına girişti. Çabucak barajın yapımını tamamladı ve dağlardan gelen suyu kontrol altına aldı.
Günlerdir yağan yağmur ormandaki ağaçları suya doyurmuştu. Dereden de bol su geliyordu ormana kana kana içiyorlardı. Küçük çağlayan baraj yapmaya başladığında önce şaşırdı, ormandaki ağaçlar: “ Bu niye baraj yapıyor böyle? Ne olacak oraya baraj yapıp da? “ demeye başladılar. Sonra kızdılar. “ Küçük, bırak gelsin su, kısmetimizi engelleme. Çek, yık o barajı, başka işin yok mu senin? “ diyerek atıp tuttular. Küçük çağlayan baraj yapmaktaki amacını şu şekilde açıklıyordu: “ Buralara bir yağıyorsa dağlara beş yağıyordur. Onca su dağlarda kalmayacak mutlaka ovaya inecektir. Gelen su çok olursa sel gelir. Bana bir şey olmaz, zararı sizedir. Bu baraj seli durdurur, sele set olur. Ben de fazla suyu azar azar ovaya bırakırım. Eğer böyle olursa hiç biriniz selden zarar görmezsiniz. “
Sonunda sel geldi. Günlerdir yağan yağmurun biriktirdiği büyük su kütlesi korkunç gürültüyle gelerek baraja takıldı. Küçük çağlayanın yaptığı baraj işe yaramış ve seli durdurmuştu. Fakat barajın arkasındaki suyun basıncı gitgide artıyordu. Küçük çağlayan barajın yıkılmasını önlemek için sonsuz gayret sarf ediyordu. Bir taraftan suyu kontrollü olarak ovaya bırakırken diğer taraftan barajın yıkılan yerlerini tamir ediyordu. Ormandaki ağaçlar ise küçük çağlayanın ne yapmak istediğini anlamak şöyle dursun atıp tutmalarının dozunu arttırarak hakaret etmeye başladılar. En nihayet sel küçük çağlayanın barajını yıkamadı ama onu yıkan bu hakaretler oldu: “ Alın bakalım basmakalıpçılar. Çekiliyorum aradan. Bırak gelsin su diyordunuz. Alın suyu doya doya yıkanın “ Küçük çağlayan aradan çekilince baraj yıkıldı. Sel suları ormandaki ağaçları kökünden söküp sürükledi, götürdü.
Kertenkele kurduğu hayal bitince gözlerini açtı. Gece olmuş, ortalık serinlemişti. Yattığı yerden doğrulup yürümeye başladı. Yuvasından uzak düşmüştü ama oraya varacağını biliyordu, çünkü kendisini oldukça zinde hissediyordu. Bu durum ne kadar devam ederdi bak işte onu bilmesine belki de imkan, ihtimal yoktu. O zaman bu sahte canlanmaya pek güvenilmezdi. Bir an önce yiyecek bulup karnını doyurmalıydı. Kertenkele yuvasına varıncaya kadar birkaç yerde yiyecek bulup karnını doyurdu. Yuvasının bir köşesine yattığında neredeyse sabah olmak üzereydi. Nasılsa güneş yine ortaya çıkacak ve çöl dayanılmaz şekilde sımsıcak olacaktı. Güneşin kertenkeleye artık bir zararı dokunamazdı.
SON
Yazan: Serdar Yıldırım
BU MASALIN BULUNDUĞU KİTAPLAR:
Kertenkelenin Hayali - Serdar Yıldırım - Sıradışı Yayıncılık - Yayın Yılı: 2011 - 16 Sayfa
Eğlendiren Masallar - Karaca Yayınları - Sayfa: 20-31
Sihirli Masallar - Bilgi Yayınevi- Yayın Yılı: 2009 - Sayfa: 254-257
İnternetten bulup alıyorlar. İşin parasal yönü yoktur. Benim amacım, okuyucuya güzel eserler sunmaktır.
Beğen
Bunu ilk beğenen sen ol.
Bunu ilk beğenen sen ol.
Son Düzenleme: 02-07-2024, 14:24, Düzenleyen: Serdar102.